Müjdemi isterim: Efsane geri döndü!

Doç. Dr. Cüneyt KONURALP kimdir bilmeyen kaldıysa zarardadır.
Bloğuma; içimize su serpen, bizi şöyle bir sarsan ve tüm zamanlara hitap eden yazılarıyla onur konuğum ve şu acımasız ortamda “vahamız” olmuştu. Sırasıyla 11 yazısında, bazı iplikler pazara çıkmıştı. Vicdan sahibi bir hekim, ötesi var mı?

Bu yeni yazıda…
‘”Şu ilaçla karaciğerinize vites attıracağız, vücutta toksin kalmayacak” diyenlere prim verirken bir daha düşünün; esas kahraman o değil çünkü!’ diyor bize. Karaciğerin pabucunu dama atmıyor, ama bambaşka bir yere dikkatimizi çekiyor.

Bi’ saniye… Heliobacter pylori faydalı bir şey mi yani? Neyse, bu şahsi bir soru ve bana ait.

Sevgili yağ hücrelerimizi (kilo diyelim) doğal olmayan yollarla ve çok hızlı azaltan yöntemler, sisteme toksinlerin salınımına mı sebep oluyor?

Bi’ saniye! Kanser hücreleri, uygun detoksifikasyon yöntemleri sonrasında kendiliklerinden normal hücreye dönüşebiliyorlar mı?

Bi’ saniye! Bağışıklık sistemini güçlendirmek yeterli değil, hatta bu otoimmüniteyi ve gıda alerjilerini de arttırmanız anlamına mı gelebilir?
Bunları bilmenin yararı var da BİLMEMENİN ZARARI MI VAR? Nasıl yani?

Son 3 paragrafı yüksek sesle okuyalım, çıktı alıp aileye, çevreye dağıtalım. O derece.

Hocamıza teşekkürlerimi sunuyor; hep bizimle olsun diliyorum.
Allah korusun sizi, işinizi kolay kılsın hocam. Çok kıymetlisiniz çok.


BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN GÖRMEZDEN GELİNEN YANI

Hatırlayacağınız üzere, 2020’nin ilk aylarında ülkemizde başlayan malum süreç nedeniyle, bir doktorlar whatsapp grubunda yazdığım bazı yazılarım, kendisinin talebi üzerine Merih Hanım’ın bloguna taşınmış ve orada devam eden bir seriye dönmesi sonrasında, süreç ile birlikte bu yazılarıma da son vermiştim. Makul bir aradan sonra, sizlere başka, ancak daha önce yazdığım yazılarla da ilişkili olan yeni bir konuda yazmak istedim (bu nedenle, daha iyi anlaşılması için önceki yazılarımı -şu linkten sırasıyla- okuduktan sonra bu yazıya geçmenizi öneririm). Bunu benden size bir hediye olarak kabul edin.

Aslında, iki Bayram arasında önemli işlerin yapılmaması gerektiği şeklinde bir inanış vardır. Ancak, ben özellikle bu arayı bekledim. İsteyen gecikmiş, isteyen de erken gelen bir Bayram hediyesi olarak kabul etsin. Yeter ki vereceğim bilgileri iyi özümseyin ve sistemi anlamaya çalışın…

Konu aslında hiçbir zaman güncelliğini yitirmemiş olan detoksifikasyon (bedene giren zehirlerin temizlenmesi) ile ilgili… Ancak, meslektaşlarım da dahil, hemen herkesin göreceği üzere, konuyu farklı bir açıdan işleyeceğim. Öyle ki, birçok kişi, bildiğini sandığı bir konuyu aslında bilmediğini, ancak artık bilmeye başladığını anlayacak. Konuya bakış açısı da -benim bu yazıyla amaçladığım üzere- değişecek…

Neyse… Bu kadar giriş yeter; başlayalım artık…

Bir soru ile başlamak istiyorum. “Vücutta detoksifikasyondan birinci derecede sorumlu  olan veya vücudun en etkili detoksifikasyon organı veya sistemi nedir?” Muhtemelen bu soruya hemen herkes “Karaciğer” diye cevap verecek… Lakin, cevap bu değil… Karaciğer, tabii ki çok önemlidir ve fonksiyon dışı kaldığı takdirde yaşamamız mümkün değil. Ancak, dediğim gibi… Cevap bu değil… Karaciğer’den çok daha önemli bir şey var…

Yazının başlığı zaten kopyayı en baştan veriyor… Evet… Vücudun en güçlü detoksifikasyon sistemi “Bağışıklık sistemi (İmmün sistem)”dir.  İyi de bağışıklık sistemi bizi yabancı/zararlı mikroplardan ve yeri geldiğinde differansiye olan, yani yabancılaşan (kanserleşen) hücrelerden korumuyor muydu? Detoks ile bunun ne alakası var? Valla çok alakası var… Hatta tersten söyleyeyim; “ne alakasızlığı yok”?… Açıklayınca siz de hak vereceksiniz…

Evet, muafiyet tanımlanmamış olan tüm canlı hücreler (yani normalde vücut Florası, yabancılaşmamış kendi (self) hücrelerimiz DIŞINDA vücuda giren tüm canlı organizmalar) İmmün sistem tarafından tehdit olarak algılanırlar veya yok edilirler ya da -bilgisayar antivirüs programlarının alternatif olarak yaptıkları karantina işlemi gibi- izole edilirler… Şimdi bunları canlı toksin (canlı zehir) olarak düşünün… Bu canlı toksinlerin her türlü atık veya salgıları veya parçalandıkları takdirde içlerinde bulunan maddeler ve dışarıdan temas, solunum, gıda, enjeksiyon, vs. yollarıyla alınan her türlü zararlı madde de cansız toksin (cansız zehir)dir. Ve immün sistemin görevi self (kendi) olmayan her türlü maddeyi tespit etmek ve eğer veritabanındaki muafiyet listesinde değil ise, bunları etkisiz hale getirmektir. Yani saptadığı bir yabancı maddeyi, “bir dakika, bu canlı değil, benim alanıma girmiyor, beni ilgilendirmez, gerekli makamlar ilgilensin” diyerek görmezlikten gelmez, gelemez… Bu da immün sistemi, bedenin en güçlü ve etkili detoksifikasyon sistemi haline getirmektedir…

Tıp Fakültesi’ndeki eğitimde immün sistemin aynı zamanda bir detoksifikasyon sistemi olduğu konuşulmaz, anlatılmaz. Hatta, ben şu ana kadar hiçbir İmmünoloji kitabında İmmün sistemden detoksifikasyon sistemi olarak bahsedildiğini duymadım. Belki dolaylı olarak bahseden var; ancak bu yönde sistemi olduğu gibi masaya yatırıp konuyu işleyen bir kitap veya makaleye rastlamadım (muhtemelen vardır da ben rastlamadım). Tam tersine, toksin yüklenmesinin immün sistemi zayıflattığı veya çökerttiği konusu çok işlenir. Oysa, bana göre bu, sebep-sonuç ilişkisinin karıştırılmasının tipik örneklerinden biri. Halbuki “İmmün sistem zayıf (veya bozuk) olduğu için toksinler birikiyor” demeleri lazım…

Aslında Tıp’ta immün sistem detoksifikasyon sistemi olarak da kullanıyor; ancak bu yönü yine de konuşulmuyor… Mesela, Tetanoz ve Difteri aşılarında amaç, diğer birçok aşıdakinin aksine, bağışıklık sistemine etken mikrororganizmaları (Clostridium tetani ve Corynebacterium diphteria) değil, hastalık semptomlarına yol açan ve bu bakterilerden salgılanan toksinlerini tanıtmaktır (toxoid aşılar). Yani bu aşılarla teknik olarak bağışıklık sisteminin bu patojen ajanlara saldırması değil, bunlardan salgılanan toksinleri detoksifiye etmeleri teşvik edilir…

Peki…Gelelim başka önemli sorulara ve cavaplarına…

1- İmmün sistem nasıl detoksifikasyon yapar?

Aslında cevap çok basit… Aynen canlı toksinleri detoksifiye ettiği gibi yapar (bu noktadan sonra yazacaklarımı eski yazılarımı okuyanlar daha iyi kavrayacak).

İmmün sistemin humoral (sıvısal) ayağı patojen organizmaların dış yüzeylerindeki antijenik yapıları tanıdığı gibi cansız toksinleri de tanır ve Plazma hücreleri anahtar-kilit prensibine dayalı olarak toksine bir veya daha fazla yerinden bağlanacak antikorlar üretir. Ancak, hatırlayın, antikorların tipleri vardı. Bazı toksinlerin hücrelere zararlı olan, yani zehir etkisinden sorumlu olan aktif moleküler parçaları vardır (belirli bir reseptöre, enzime bağlanan veya hayati mineralleri bağlayan gibi). Bu kısımlara bağlanıp toksini inaktif hale getiren antikorlar “Nekrotizan antikorlar”a uyarlar. Bazı toksinlerin de hücre içine girmesine yardımcı olan veya kendi türüyle birleşerek büyümesini (polimerleşmesini) sağlayan moleküler kısımları vardır. Bu parçalara bağlanan antikorlar da “Sterilizan antikorlar”a uyarlar…  Yalnız buraya dikkat edin, antikorlarla ilgili olan eski yazımda vurguladığım üzere, antikorlar toksinleri parçalamıyor, sadece -en azından belli bir süre- etkisiz hale getiriyorlar. Toksinlerin parçalanması için ya yine humoral sistemin bir parçası olan Kompleman sistemi ya da hücresel sistemin devreye girmesi gerekiyor.

İmmün sistemin sellüler (hücresel) ayağı çok daha önemli ve kritiktir. Çünkü, antikorla bağlanan ve işaretlenen toksini içine alan (veya antikorlarla işaretlenmemiş, yani humoral sistemin hiç devreye girmediği toksinleri de tanıyarak direkt olarak yutan) ve sindirerek zararsız moleküllere dönüştüren sistem budur.

Hücresel sistem alternatifi olmayan bir sistemdir. Çünkü, bazı toksinler vardır ki, biyokimyasal olarak hiçbir reaksiyona girmezler, inert maddelerdir (sonuçta, bir antikorun bir antijen veya toksine bağlanması olayı teknik olarak kimyasal bir reaksiyondur). Veya kömür, zift, cam parçası gibi parçalanamayan, sindirilemeyen maddelere de (özellikle solunum yolları vesilesi ile veya yaralanmalarda veya cerrahi sonrası içeride kalan yabancı maddeler olarak) maruz kalabiliriz. Bu durumda yapılabilecek iki şey vardır. Ya makrofaj gibi özel hücreler bu maddeyi yutar ve sindiremese de içinde tutar, yani kendini bir şekilde bütün için feda eder. Ya da eğer yabancı partikül çok büyük ise, binlerce bağışıklık sistemi hücresi tarafından kaplanarak izole edilir. Hatta bazı durumlarda üzerine fibrin kılıf, kalsiyum biriktirme gibi yollarla bu izolasyon güçlendirilir. Şimdi sorarım size, karaciğerin veya başka bir organın böyle bir şey yapabilme şansı var mı? Sigara içenlerin veya kronik olarak kirli hava soluyanların akciğerleri pembelliğini kaybeder, siyahlaşır. Bu renk, katran ve diğer partiküllerin makrofajlar tarafından yutularak doku içinde izole edilmeleri yüzünden oluşur ve hayat boyu da böyle kalır…

Aslında immün sistemin detoksifikasyon için bir silahı daha vardır… Ateş… Yani vücut ısısının yükseltilmesi… Canlı toksinlerin hepsi ve cansız toksinlerin büyük bir kısmı protein yapısındadır. Ve bu proteinleri toksik, daha doğrusu biyolojik olarak spesifik etkili hale getiren en büyük faktör de üç boyutlu geometrileridir (konformasyonal yapıları). Yüksek vücut ısısı dışarıdan gelen proteinlerin büyük bir kısmının bu üç boyutlu yapısında kalıcı bozulmaya (denaturasyona) yol açar; bu da pratik olarak detoksifikasyondur… Ateşin yükselmesine sebep olan sinyaller immün sistemin humoral ayağı tarafından başlatılır. Ancak, genellikle immün ve diğer detoksifikasyon siteminin temizleme hızının biraz geride kaldığı durumlarda veya beden için özel anlamı olan (travmatik hafıza açısından) toksinlerin varlığında ateş (vücut ısısının arttırılması) devreye sokulur. Ateş yükseldiği anda hemen ateş düşürücülere saldıranlar, ne kadar güzel ve etkili bir sistemi sabote ettiklerini bilsinler diye bunu özellikle belirttim.

Bu maddede son olarak alerji (gıda, polen, takı metalleri, koku, vs.) konusuna da değineyim. Basit, farkedilmeyecek belirtilerden (enerji azlığı, görme keskinliğinde geçici ve hafif bir azalma gibi) hayatı tehdit eden anaflaktik reaksiyona kadar değişebilen bir spektrumda gelişen allerjiler de immün sistem marifeti ile olur ve mutlaka humoral ayak devrededir. Ancak, burada detosifikasyon (yani toksine bağlanacak antikorun oluşturulması ve hücresel ayağın da temizliğe katılması) dışında başka bir ek program da çalıştırılır. Üstelik, alerjik reaksiyon gösterilen moleküllerin bir kısmı vücuda zararlı olmayan, hatta gıda olarak da gerekli olan, yani normalde muafiyet listesinde bulunması gereken maddelerdir (dolayısı ile, eğer vücuda faydalı olan bir maddeye karşı alerjik reaksiyon gelişirse, vücudun bu maddeyi de kullanamayacağını ve eksikliğini yaşayacağını da söyleyebiliriz). Gördüğünüz üzere, burada farklı bir durum var. Beden neden belirli toksinlere ve hatta toksin olmadığı halde bazı faydalı maddelere detoksifikasyona ilaveten alerjik reaksiyon geliştirme muamalesi yapıyor? Çok uzun, detaylı, ilginç ve bu yazının amacını aşan bir konu. Kısa bir açıklama yapıp bununla yetinmenizi rica edeceğim. Beden (anne karnında olduğu dönem de dahil olmak üzere) yaşadığı her deneyimi (fiziksel, kimyasal, emosyonal, ruhsal, vs.) kaydeder. Olumsuz veya -kendi anlayışına göre- tehdit veya rahatsız edici olarak algıladığı bir olay, deneyim olduğunda, o anda karşılaştığı her şeyi bir kenara yazar. Ve yıllar sonra dahi olsa, o listedekilerden sadece biri ile bile karşılaşsa (polen, belli bir parfüm, süt, kırmızı renk, vs.), bedende indeks olayın sembolik karşılıklarıyla ilişkilendirdiği farklı reaksiyonlar başlatır. İşte bunlar alerjik reaksiyonlardır ve geçmişte yaşanmış, ancak bilinçaltına itildiği için çözüme bağlanmamış (ayrılık, taciz, ağır kayıp, aşağılanma, vs.) stres durumlarını yansıtırlar. Üzgünüm, bu en heyacanlı yerinde kesmek zorundayım… Düşünün bakalım biraz üzerinde…

2- İmmün sistemin detoksifikasyonu neden karaciğerden daha önemli? Veya immün sistem karaciğerin yapamadığı neyi yapıyor?

Yukarıda bununla ilgili en önemli ipucunu verdim zaten. Yani inert veya makromoleküler yapıda olan yabancı maddelerle ilgili olarak karaciğerin yapabileceği bir şey yoktur. Ancak, başka hususlar da var.

Aslında, çekirdeği olan her hücre (yani alyuvarlar ve trombositler gibi belirli hücreler dışındaki her hücre), içerdiği enzim ve protein bankası ve lizozom gibi belirli organelleri nedeniyle tam bir detoksifikason laboratuarlarıdır. Ancak bir organ olarak Karaciğer, hücrelerin organizasyonu ve özel yapılanması ve bağırsaktan emilenlerin önce uğramak zorunda kalmalarını sağlayan özel portal dolaşımı sayesinde bu konuda çok daha kritik bir rol oynamaktadır.

Öncelikle şunu unutmayın. Karaciğeriniz ne kadar güçlü olursa olsun, ancak ve sadece dolaşım yoluyla kendisine ulaştırılan toksinlere ve bu dolaşımın da debisi (akım hızı) oranında müdahale edebilir. Dolayısı ile, portal dolaşımda olmayan veya henüz oraya ulaşmamış toksinlere bir etkisi olamaz.  Ancak, immün sistem (karaciğerin kendisi de dahil olmak üzere) vücudun her yerindedir. Tüm giriş yollarını tutmuştur ve hem damar sisteminde (yani kan ve lenf sıvısında) hem de hücreler arasındaki boşlukta elemanları bulunur ve ihtiyaca göre de gerekli alanlarda bunların sayılarını arttırır. Hücre olarak giremediği yerlere de (eklem içi sıvısı gibi) antikorlar ulaşır.

Şunu unutmayın… Toksinler vücudumuza her yerden girebilirler. Ciltten, gözden, ağızdan, rektumdan, genital bölgeden, hatta cerrahi/invaziv girişimler veya yaralanmalar vasıtası ile bedenin içinden nüfuz edebilirler. Bunların bir kısmı girdiği yerde lokal olarak (bulunduğu yerde) etkili olur, bir kısmı da dolaşıma geçerek veya girdiği yolu (solunum, sindirim sistemi gibi) takip ederek etkisini gösterir. Dolayısı ile, karaciğere uğramayan veya çok sınırlı olarak uğrayan toksinlerin olduğu yüzlerce farklı senaryo olabilir. Bu nedenle, “şu ilaçla karaciğerinize vites attıracağız, vücutta toksin kalmayacak” diyenlere prim verirken bir daha düşünün derim. Esas kahraman o değil çünkü…

Peki, detoksifikasyon konusunda karaciğerin immün sisteme üstün olan yönleri yok mu? Var tabii… Hem de çok önemli… Birincisi… Sindirim sistemi potansiyel olarak en çok yabancı substansın (maddenin) bedene girebileceği yer… Emilim ve kana geçme (Gümrük) işlemleri de çok uzun tutulamaz, çünkü yaşamak için gıdaları kısa sürede işleyip kullanmamız lazım. İmmün sistem ne kadar yoğun ve güçlü olursa olsun aynen bademciklerin ağızdan gelen zararlı maddeleri tutması gibi, bu yolla gelen maddeleri tutup işleme konusunda karaciğerin çok özel bir yeri var.

Başka bir önemli husus… Şunu aklınızdan çıkarmayın… İmmün sistem, canlı veya cansız olsun, yabancı olanı veya serbest olarak dolaşmaması gerekeni tanımaya programlıdır. Bununla birlikte, bazı element, molekül veya maddeler vardır ki, vücut için elzemdir veya en azından zararlı değildir; ancak, belli bir miktarı aştıklarında zararlı olmaya başlarlar, yani toksin etkisi gösterirler… İşte bunlar immün sistemin detoksifikasyon alanına girmezler. Burada çözüm, biyokimyada yatar. Bu işin profesörü de karaciğerdir. Belirli element veya substansların yetersiz veya çok olması durumunda oluşabilecek tüm problemler onlarca kitaba konu olabilecek mekanizmalarla karaciğer (ve diğer tüm vücut hücreleri) tarafından savuşturulur, kompanse edilir. Bazı maddeler suda çözünebilen hale getirilerek böbrek yoluyla idrarla (ve diğer vücut sıvıları ile), bazı maddeler de yağda çözünebilen hale getirilerek safra’nın da yardımıyla bağırsak sistemi yoluyla gaita ile bedenden atılır. Bazıları da (alkolün yıkım ürünleri gibi) akciğer yoluyla nefesle dışarı atılırlar.

Bu noktada birkaç hususa daha değineceğim. Yukarıda, “immün sistem, serbest olarak dolaşmaması gerekeni tanımaya programlıdır” şeklinde bir cümle kullandım. Bunu açmam gerekiyor… Biyolojide hücre içinde olması gereken özel yapı taşları hücre içinde kalmalıdır. Dolaşımda veya hücrelerarası boşlukta, bedene ait dahi olsa, sadece hücre içinde bulunması gereken veya tam olarak sindirilmemiş besin fragmanlarının bulunmaması gerekir. Ancak, eğer bedene ait olan veya olmayan hücrelere ait hasar olur (antibiyotik kullanımı, kemoterapi, radyoterapi, cerrahi ve invaziv girişimler sonrası, her türlü mekanik travma ve yaralanma, bazı toksik ilaçlar, her türlü aşı, otoimmünite, vs.) ve hücre içerikleri dolaşıma, hücrelerarası boşluğa kaçarsa, bunlar da immün sistem tarafından temizlenecek maddeler olarak kabul edilir. Bu maddeler, aslında inflamasyon dediğimiz ve kronik hastalıkların çoğundan sorumlu olan durumları da tetikler.

Bir başka husus… İmmün sistemin en iyi yaptığı bir başka şey de yara debridmanıdır (mekanik yara temizliği). Yukarıda yazdığım gibi… Dolaşımda ve hücreler arası alanda hücre içine ait parçaların bulunmaması gerekir. Ancak, en ufak bir hasarda (ayağımızı burktuğumuzda, kafamızı çarptığımızda, mide ülseri, romatizma gibi durumlarda) ilgili dokulardaki bazı hücrelerin parçalanması kaçınılmazdır. İşte immün sistem bunları en ufak bir parça kalmayana kadar temizler. Bu debridman işlemi çok önemli ve gereklidir. Hatta bazen bunun için destek de alır. Mesela, mide ülserinde beden gerekli ortam değişikliğini sağlayarak (pH’yı biraz arttırma, vs.) geçici muafiyet tanımladığı Heliobacter pylori’yi midede yaşamaya davet eder. Yani onu bu bölgenin florasına dönüştürür. H. pylori de ülserdeki yaranın parçalarından beslenerek mükemmel bir yara debridmanı yapar. Debridman tamamlanıp yara da iyileşince, ortam tekrar eski durumuna getirilir ve H. pylori artık o bölgede yaşayamaz hale gelir, ayrılır… Ancak, aktif dönemde H. pylori’yi ülserli hastada gören konvansiyonal Tıp mükemmel (!) bir sebep-sonuç ilişkisi kurarak üçlü-dörtlü antibiyotik tedavisi ile suç mahallinde görülen bu olağan şüpheliyi (!) yok etmek için elinden geleni yapmaktadır… H. pylori ile gastrit/mide-duodenum ülseri ilişkisini gösteren Barry J. Marshall ve J. Robin Warren 2005 yılında bu tespitleri için Nobel ödülü aldılar. Ancak, bu çalışma sadece araştırmacının (Warren) kendi üzerinde yaptığı bir vaka takdimi şeklindedir ve NOSEBO etkisi altında yapılan çalışmalara da tipik bir örnektir (plasebo, nosebo ve sebo konusunda yazdığım yazıyı okumanızı öneririm – link). Ne yazık ki, bir araştırmaya Nobel ödülü verildiği anda dokunulmazlığı oluyor, kimse sorgulamaya dahi cesaret edemiyor. Lakin, ben içeriğe ve gerçeklere bakarım; Nobel alıp almamış olmasının bir önemi yok… Her şey sorgulanabilir ve gerekirse de değiştirilebilir. Maalesef, Tıpta biyolojinin biyolojiyi kullanarak bulduğu çözüm yollarını sabote ederek sonuç üretmeye çalışan böyle daha birçok uygulama vardır…

Başka bir husus da birçok otistik çocuğun da başının belası olan “Leaky Gut (Sızıntılı bağırsak) Sendromu” dediğimiz bir durumla ilgilidir. Bu sendromda, bağırsaktaki (genellikle otoimmün kaynaklı) mikro hasarlar nedeniyle gıdaların yapıtaşları tam sindirilemeden kana sızarlar. Özellikle, proteinlerin aminoasitlerine kadar ayrıştırılmadan polipeptid parçalar aşamasında dolaşıma kaçması önemli bir sorundur. Çünkü, bu polipeptidlerin bir kısmı aynen veya ufak farklılıklarla vücudumuzdaki başka yapılarda da vardır ve immün sistemin molekül tanıma sistemi yeterince mükemmel değil ise, otoimmünite de kaçınılmaz olur. Bunun en klasik örneği, sütteki Kazein proteininin ara yıkım ürünlerinden olan betakazomorfinin ve buğday ürünlerindeki Gluten proteininin ara yıkım ürünlerinden olan betaGliomorfinin dolaşıma serbesçe kaçması sonucunda oluşan immün reaksiyonun, moleküler benzerlik nedeniyle bir çeşit sinir kılıfı olan Myelin proteinine de gelişmesidir… Hoş geldin Multipl Skleroz…

Dördüncü bir husus da yağda eriyen toksinlerle ilgili… Bedenimize giren toksinlerin büyük bir kısmı suda değil, yağda çözünür. Yani suda partikül halinde kalırlar, bağlanıp muhafaza edilmeleri veya idrar yoluyla atılmaları mümkün olamaz. Aşırı ve kronik toksin yüklenmesinin olduğu durumlarda, burada yağ hücreleri devreye girer. Toksini kendi içinde tutarak izole eder. Beden toksinleri temizledikçe sıra depolanmış olan bu yağ hücrelerindekine gelir. Temizleyemiyor ve hatta hala üstüne ekstra toksin alıyor ise, yağ kitlesi de artar. Önce, başta karaciğer olma üzere organlarda, sonra göbek çevresi gibi daha dış alanlarda… Yağ hücrelerini doğal olmayan yollarla ve çok hızlı azaltan yöntem ve tekniklerin sisteme eski toksinlerin salınımına sebep olabileceğini bilmenizi isterim. Tabii, bu konu birkaç cümleyle özetlenemez.

Son olarak, bazı kanser oluşumlarının kronik toksin maruziyeti sonrasında, ilgili organda bu toksini içinde tutan ve çevreye yayılmaması için kendisini feda eden hücrelerden kaynaklandığı yönünde yapılmış olan tespitlere de vurgu yapmak istiyorum. Aynı şey, uzun süre hipokside kalan dokular için de geçerli. Bu kanser hücreleri, uygun detoksifikasyon yöntemleri sonrasında kendiliklerinden normal hücreye dönüşebiliyorlar (spontan remisyon). Ancak, bunun yerine, hastayı da kendi hücrelerine karşı düşmansı duygulara sokarak ve kemoterapi, radyoterapi, bölgesel olarak kanlanmasını bozma gibi yöntemlerle bu hücrelere hunharca saldırılıyor. Sonuçta da parçalanan hücreler nedeniyle açığa çıkan tüm birikmiş toksinler yüzünden yapılan bu fedakarlığın boşa çıkması ve hatta her şeyin daha kötüye gitmesi söz konusu oluyor…

3- İnfeksiyonlarda görülen mutasyon olayı cansız toksinlerle de olabilir mi?

Evet olabilir ve oluyor da… Çünkü, daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere, mutasyon iki yönlü çalışır. İnfeksiyonlarda patojen organizma (canlı toksin) vücuda nüfuz edebilmek, immün sistemden kaçabilmek, hedef alana girebilmek ve konak hücreleri öldürmeden en uzun süre yaşayabilmek (yani konak hücreye uyum göstermek) için farklı çözüm yolları arar. Bu onun mutasyonudur. Cansız toksin ise sadece kimyasal bir element veya molekül olduğu için, belli bir mikroorganizma tarafından salgılanmadıkça kendi tarafından bir uyum, mutasyon olamaz. Ancak, konak hücrenin mutasyon yolu hala açıktır. Toksini etkisiz hale getirmek dışında, toksinin etkili olacağı yolları kapatmak, başka metabolik yollar bularak onu boşa düşürmek ve hatta -belki de daha iyisi- toksinden faydalanabileceği bir metabolik yol geliştirmek konak hücrenin çalışacağı alanlardır. Toksini etkisiz hale getirmek (immün sistem ve/veya biyokimyasal yollarla) ve bedenden atmak ciddi enerji tüketen bir süreçtir. Yukarıda bahsettiğim ikinci ve hatta üçüncü yol aynı zamanda ciddi bir tasarruf da sağlatacak olup, biyolojik evrimleşmenin de gereğidir.

4- Toksinlere karşı oluşan antikorların titrleri önemli mi? Nasıl yorumlamalıyız?

Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilirler. Antikor seviyelerinin (titrlerinin) infeksiyonun varlığı, yokluğu veya immünite derecesi konularında hiçbir anlam ifade etmediğini ve antikorlara bakarak yorumlar yapanlara da gülüp geçtiğimi her fırsatta yazarım (sebepler ve dayanaklar yazılarımda detaylı olarak açıklanmıştır). Merak ediyor olabilirsiniz, Detoksifikasyon yönünden bakıldığında, bu konuda ne düşünüyorum diye… Hemen cevap vereyim. Tamamen aynı şekilde düşünüyorum. Belirli bir toksine karşı oluşan antikor seviyelerine bakılarak, “kişi bu toksinden etkilenmez veya duyarlıdır veya şu kişide toksine direnç bu kişiden daha fazladır/azdır vs.” denemez… Bunları son derece gereksiz ve hatta desteksizce yapılan yorumlar yüzünden hastaları yanlış yönlendirebilecek tetkikler olarak görüyorum.

5- İmmün sistemin çok önemli bir detoksifikasyon sistemi olduğunu bilmenin bizim için ne önemi var? Neden bu konuyu deşiyorum?

Evet, bir sürü şey anlattım… Bunları bilmek güzel de… Bilmenin hekime ve vatandaşa bir faydası var mı? Evet, var… Aynı zamanda bilmemenin de zararı var… Zaten bu yüzden bu yazının başına “bu size benden bir hediye olsun” dedim. Ne demek istediğimi açıklayayım…

Genel konsept olarak immün sistemi sadece patojen organizmalara (canlı toksinlere) karşı bir defans sistemi olarak bilmek ve diğer yönünü görmezlikten gelmek ve önemsememek ciddi yanlış uygulama ve yaklaşımları da yanında getirecektir. Burada yapılması veya kabul edilmesi gereken şey şudur: Canlı ve cansız olan toksinlerin hepsini bir olarak düşünmeliyiz. Zaten immün sistem de öyle düşünüyor, öyle kabul ediyor.

Biliyorsunuz, son yazımda bugüne kadar hiçbir virüsün şüphe götürmez bir şekilde izole edilemediği, aslında virüs diye bir patojenin olup olmadığı hususunun günümüzde ciddi bir şekilde tartışıldığı, virüs zannedilen veya kabul edilen şeylerin büyük ihtimalle parçalanmış hücre fragmanları, hücre atıkları veya virion adı verilen bazı toksik proteinlerden başka birşey olmadığı ve nitekim viral infeksiyon olarak kabul edilen birçok hastalığın zehirlenme (toksikasyon) belirtileri ile büyük benzerlikler gösterdiği gibi görüşlerden bahsetmiştim.  Bu yönüyle de bakınca, aslında toksinin canlı veya cansız olmasının biyolojik anlamda pek bir önemi bulunmamakta… Bunları tartışırken esas resmi kaçırıyoruz. Sonuçta önemli olan bağışıklık sisteminin, bedene giren canlı veya cansız tüm toksin ve tehditlere karşı etkili bir defans sistemi oluşturabilmesi değil mi?

Ne demek istediğimi daha açık bir şekilde ifade etmek için bir örnek vereyim. AIDS’te HIV virüsünün immün sistemin hücresel ayağının belkemiği olan T lenfositleri infekte ettiği ve hücresel bağışıklık sistemini kilitlediği söylenir. Bu hastalar AIDS’in etkeninden değil, immün sistem baskılandığı için basit bir infeksiyondan dolayı ölebilirler… Klasik bilgi bu, değil mi?… Bir de benim tarafımdan yakalım o zaman… Hiçbir zaman izole edilmemiş olan HIV virüsü diye birşey var veya yok… Ona da takılmıyorum… T lenfositlerini kilitleyen birşey olmuş sonuçta. Bu sözde HIV virüsü veya T lenfositlerin yuttuğu patojen veya toksini sindirmesine engel olan bir toksin… Eğer birşey bunu kilitledi ise, hasta neden sadece basit bir infeksiyondan ölsün? Gıdalar dahil olmak üzere ortamdan aldığı her toksin de onun ölümüne sebep olabilir. Ama ben bu vakalarda en ufak infeksiyonda dahi, antibiyotik kokteyli, bazı antiviral (!) ajanlar, anti serum vs. vereceğim. Yani bir sürü toksin vereceğim… Bu hastayı daha da zor bir durumda bırakmaz mı? Bedenin detoksifikasyon sisteminin en güçlü elemanı devre dışı bırakılmış. Hem de eğer gerçekten de virüs diye birşey yoksa, bir toksinle…. Ve ben daha fazla toksin vererek tedavi yapacağım… Ne kadar zekice…

Neyse… Geçelim bu konuyu… Esas meseleye geliyorum şimdi… Bağışıklık sistemimizin gücü kadar infeksiyonlardan korunabiliriz deniyordu bize hep, değil mi? Bu cümleyi geliştirelim o zaman… Bağışıklık sistemimizin gücü kadar infeksiyonlardan ve her türlü toksinlerden korunabiliriz. Ancaak… Lütfen eski yazılarımı bir daha gözden geçirin… İnfeksiyonlar için söylediğim her şey toksinler için de geçerli… Bağışıklık sistemini güçlendirmek yeterli değil, hatta bu otoimmüniteyi ve gıda alerjilerini de arttırmanız anlamına gelebilir. Çünkü, defalarca anlattığım üzere, özellikle adaptif immün sisteminin gelişmediği ilk iki yaş öncesinde ve sonrasında yapılan aşılarla bedene giren inorganik  toksinler (ağır metaller, antibiyotik, formaldehit, Grafen, vs.) ve çok daha önemlisi biyolojik toksinler (hedef patojenin alındığı kaynak dokudaki hücrelerin ve bu hücreleri infekte etmiş başka bakteri, mantar, parazit, virüslerin ve toksinlerin parçaları ve tüm hücre içi içerikleri ve bunların ekildiği doku kültüründeki hücrelerin ve bu hücreleri infekte etmiş başka bakteri, mantar, parazit, virüslerin ve toksinlerin parçaları ve tüm hücre içi içerikleri) nedeniyle aşırı yüklenen (overload olan) immün sistem olgunlaşamadan yanlış programlanıyor. Bunun sonucunda hedef antijen/toksin molekülü tanıma yeteneği düşük (düşük sensitivite; toksinleri ve infeksiyonları atlama eğilimi) ve aynı şekilde kendine ait antijen/normal molekülü tanıma yeteneği de düşük (düşük spesifite; otoimmüniteye yatkınlık) olan bir immün sistem gelişiyorAçıkcası hepimiz öyleyiz; hepimizin bağışıklık sisteminin ayarı bozuldu ve her birimizin farklı şekillerde bozuldu… Bu nedenle, bazı patojen veya toksinlerle karşılaştığında immün sistem yanıtsız kalıp defans yapmazken, bazı patojen veya toksinlerin girişi ise otoimmüniteyi tetikliyor… Bu gerçeği lütfen unutmayın…

Yapılan her aşının ve alınan her toksinin bu ayarı daha fazla bozabileceğini ve özellikle otoimmüniteyi tetikleyebileceğini gözönünde tutmanızı rica ediyorum. Size sistem hakkında verdiğim her bilgi kendi kendinizi tanıma yeteneğinizi arttırmanıza yöneliktir. Lütfen, benim yazdıklarım da dahil olmak üzere, her söyleneni, yazılanı akıl ve mantık süzgecinizden geçirin. Cümlelerin içeriğine, mantığına ve diğer bilgilerle uyumuna bakın; kimin söylediğine veya söyleyen kişinin titrine, uzmanlığına, makamına bakmayın… Maalesef, pandemi sürecinde “hekim andına” aykırı söylem ve harekette bulunan çok kişi ve sürü psikolojisiyle çaresizce onların peşinden giden de birçok insan gördük. Bu yaşadıklarımız bize ders olmalı. Çünkü, söz ve beyanlarına itibar edeceğimiz insanları titrlerine değil, kalplerine, sağ duyularına ve bilgilerine bakarak seçmek zorunda olduğumuz bir döneme girdik. Hepinize saygılarımı sunuyorum…

Doç. Dr. Cüneyt Konuralp
29.05.2022

6 YORUMLAR

  1. Harika yani tek kelimeyle bir yazıda bir kişinin ufku ne kadar genişleyebilecekse o kadara ulaştıran bir yazı. Her satırı çok değerli her cümlesi sanırım tek bir sefer okumak bana kesinlikle yetmeyecek tekrar tekrar okunası… teşekkürler 🙏🏻

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz